11 Kasım 2014 Salı

Gençlere öğüt veren çok!


Boccaccio’dan Jack London’a; Orhan Pamuk’tan Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’e kadar pek çok yazar konularını hayattan alarak dostlarının, tanıdıklarının başından geçenleri öykü ve romanlarında kullanıyordu.

Tavsiyelerimiz yaşlanmış yazar adaylarına

Bazı alanlar kalem oynatmak açısından tedirgin edicidir. Yeni şeyler söylemek zordur, söylense dahi duyulamayacak kadar yoğun bir gürültü yumağı vardır ortada. Ben artık yaşlanmış yazar adaylarına seslenmek istiyorum, zira genç yazarların kulağının dibinde bağıra bağıra tavsiye verenler ziyadesiyle mevcut



Falanca yazar yazı yazarken kahve içermiş, bir diğeri yalnızca gündüz yazarmış… Daha somut örnekler de verilebilir elbette, Flaubert her gün pencereden dışarıya bakar ve gördüklerini yazarmış yazma disiplinini kaybetmemek için. Jack London otobiyografik romanı Martin Eden’de yazar olmak isteyen karakterine günde bin kelime yazdırıyordu. Bunları mecburi istikamet olarak tasavvur edip uygulama gafletine düşecek bir yazar adayı düşünsenize, apartman boşluğuna bakan penceresinden dışarıya gözleyip (!) günde buna dair bin kelime yazmak için kendini beyhude yıpratan ve sürekli kahve içen birinin hali ne kadar acıklıdır…

Yazarlığın “sihirli” formülü

Yazarlık özgünlükle mümkün, dolayısıyla (çok okumak ve çok yazmak düsturunu ayrı tutarak söylüyorum) başka yazarların nasıl yazdıkları da, o muazzam fikirleri nasıl buldukları da bir yazar adayı için salt magazinel değer içerir. Ama tabii, benim hedef kitlem yaşlı yazarlar olduğu için onların bunun çoktan farkına varmış, tüm o “Mükemmel yazarlık yeteneği formülleri” kitaplarından onlarcasını hatmetmelerine rağmen hala “aday” kalıp bir de bu yazıyı okuyor olabileceklerine olan inancıma dayanarak yazıyorum bunu… 
Ancak illaki bir formül gerekiyorsa, o da şu ortak özellik olabilir, yazarların bir bölümü, bir çırpıda öyle hiç olmayan, hiç yaşanmayan dünyalara gitmek yerine kendi dünyalarında biraz oyalanıyorlar… Gourmont “Maupassant bütün konularını kendisi bulmuştur, fakat başkalarının konularından esinlenen Boccaccio kadar derinlikli eserler yazamamıştır” buyuruyordu. Ayrımı iyi anlamak gerek, intihal çukuru ölümdür; basit esinlenmelerden söz ediyorum…

Yaşar Kemal romanlarında o olaydan esinlendi

Yaşar Kemal’in “İnce Memed” ve “Demirciler Çarşısı Cinayeti” isimli o büyük eserlerini ele alacak olursak, üstadın durup dururken aklına geliveren bir olaylar örgüsünü yazdığını söyleyemeyiz. Yaşar Kemal bu eserlerini yazarken gerçek olaylardan esinlenmişti. “Çiçek Gibi” kitabında Arif Keskiner bu esinlenmelere dair anılarını anlatıyor. Arif Keskiner’in ailesi kan davasıyla boğuşmaktadır. Keskiner’in amcası öldürülmüştür. Bir gün Keskiner’i ve amcasını tanıyan Yaşar Kemal, Keskiner’e ailesinin ve amcasın romanını yazmak istediğini söyler. “Acaba ailen ne der” diye sorar. Keskiner “Ailede kitap okuyan zaten iki kişiyiz. Bir ben, bir de kardeşim. İstediğin gibi yaz. Nasıl olsa aileden kimsenin haberi olmaz” yanıtını verir. Bunun üzerine “Demirciler Çarşısı Cinayeti” romanını yazar Yaşar Kemal. Tabii ki, romanı edebiyatımızın unutulmazları arasına sokan Yaşar Kemal’in mahareti, zekası ve hayal gücüydü ancak o bildiği coğrafyadan ve tanıdığı insanlardan yola çıkarak romanını gerçeklik temeline oturtmuştu.
Yaşar Kemal’e dair bir anı daha var konumuzla ilgili Keskiner’in kitabında. Keskiner’in anlattığına göre, çocukluk yıllarında Osmaniye civarında Memet Aslan isimli bir eşkıya varmış. Halkın bir kısmının hayran, bir kısmının düşman olduğu bir eşkıya… Hapisten kaçmalar, adam vurmalar, jandarmaya meydan okumalarla geçen bir hayatı varmış bu eşkıyanın. Keskiner, “İnce Memed” romanını yazarken bu eşkıyadan mı esinlendiğini sorar Yaşar Kemal’e. Yaşar Kemal okkalı bir küfrün ardından “Ne alakası var, sadece isim benzerliği” der… Yaşar Kemal bir eşkıyayı adıyla almış, yeniden yaratmıştır belki de, kim ne diyebilir…

Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı’da kimi anlattı?

Orhan Pamuk üzerinden de tezimizi kuvvetlendirebiliriz, “Öteki Renkler” kitabında söylediklerine bakalım: “Benim Adım Kırmızı’daki ailenin yaşadıkları, sınırlı olarak benim yaşadıklarım üzerine kurulmuştur. Benim de annemin adı Şeküre, Şevket diye bir ağabeyim var. Kitapta bir de Orhan göreceksiniz. Bir dönem de babamız uzaktaydı (romandaki baba da gidip gelmiyor.) Ben, annem ve ağabeyim birlikteydik.” 
“Benim Adım Kırmızı” nakkaşlar ve minyatür dünyası üzerine yoğunlaşır. Orhan Pamuk da yedi yaşından on dokuz yaşına dek ressam olmak isteyen biriydi. Üstelik Osmanlı resmi, yani minyatürle yakından ilgileniyordu. Kendi ifadesiyle söylemek gerekirse, “13 yaşında ortaokul öğrencisiyken 16. yüzyıldaki Nakkaş Osman’la, 18. yüzyıldaki Levni arasındaki üslup farkını biliyordu.” Anlaşılan o ki, Pamuk söz konusu romanında iyi bildiği şeyi yazmıştı. 

Aziz Nesin anılardan öykü çıkarırdı 

Günlük olayların sanata konu edilmesine Aziz Nesin’de de rastlarız. Halit Refiğ henüz genç bir sinemacıyken Alman bir yapımcıdan teklif almıştır. Aziz Nesin’e “Ben bir teklif aldım. Almanlarla müşterek bir film yapılacak. Bu konunun senaryo haline gelmesinde bana yardımcı olur musunuz?” diye sorar. Ancak bazı sebeplerden dolayı birlikte çalışamazlar. Sonrasında olanları Halit Refiğ “Düşlerden Düşüncelere Söyleşiler” kitabında şöyle aktarır:
“Aradan bir hafta on gün geçti. O tarihte çıkan mizah dergilerinden birinde Aziz Nesin, benim ona müracaatımı bir mizah konusu haline getiren bir hikaye yazmış. Adımı vermeden. (…) Benimle alay eden bir hikaye yazmış. Tabii buna üzüldüm. Ben ona üstad diye genç bir hayranı olarak gittim. O benimle alay eden bir hikaye yazmış.” Refiğ’in gücenmesi anlaşılabilir bir durum ve fakat Nesin için o vaka belki de sadece bir kıvılcımdı, kim bunun bir “yaratım” olmadığını söyleyebilir?
Bazı yazarlar en iyi bildikleri şeyi, coğrafyayı, insanları anlatarak; ancak tabii ki bunları sanatsal olarak yeniden yaratarak kaleme alıp büyük eserler çıkarmıştır, artık yaşlanmış yazar adayları belki burada feyz alınacak bir şeyler bulur…


 Hakan Güngör
hakant.gungor@gmail.com

0 yorum:

Yorum Gönder

Arşiv